18 Ekim 2017 Çarşamba

Cerrah Bilimci


Öner Şanlı, Kamran Gasimov
Günümüzde cerrahi eskiden olduğundan çok daha büyük bir hızla değişmektedir. Bunun temel nedenleri arasında; fen bilimlerindeki ilerlemeler, enformasyon teknolojilerindeki gelişmeler, popülasyonların demografik verileri (yaşlı popülasyon vb.) ve hastalıklarındaki değişimler (daha düşük evreli kanserler ve organ koruyucu cerrahiler vb.) ve operasyonları gerçekleştirdiğimiz sosyal ve fiziksel çevredeki değişiklikler sayılabilir. Bu nedenle günümüzde cerrahtan beklenenler de değişmektedir. Çünkü hastalar gelişen teknolojiden medya ve internet nedeniyle haberdar ve bu nedenle de; toplumun ve hastaların beklentisi geçmişten çok daha yüksek ve daha dikte edici olmaktadır. Sonuçta değişen hasta demografilerine ve teknolojiye uyum sağlamış cerrahlar gerekirken, cerrahın innovasyon gücünü koruması da gerekmektedir.
Cerrahinin tarihçesi gözden geçirildiğinde, cerrahinin 19. yy başlarına kadar prensiplerden yoksun bir şekilde uygulanmaya çalışıldığı ve cerrahların adeta “insan kasapları” olarak nitelendirildiği görülmektedir. Ancak o dönemde bile cerrahların bilimsel metodolojinin öneminin farkında oldukları bilinmektedir. İsviçre’nin Basel kenrindeki anatomi müzesinde bulunan ve 17.yy’a ait bir duvar plaketinde şu ifade yer almaktadır “Anatomiyi önemsemeyen cerrahlar köstebek gibidirler. Karanlıkta çalışır ve toprak biriktirirler”. Ancak 19. yy başlarındaki 2 önemli gelişme cerrahinin hak ettiği saygınlığı görerek profesyonel bir zemine oturmasını sağlamıştır. Bunlar anestezi ve asepsi kavramlarıdır. Bu kavramlar sayesinde insan anatomisine hakim olunmuş ve cerrahi teknikler geliştirilmiştir. (1) Cerrahinin gelişimindeki diğer dönüm noktaları savaşlar olmuştur. Savaşlar insan anatomisinin kavranmasına katkıda bulunurken, farklı travmalar farklı cerrahi yöntemlerin geliştirilmesine olanak sağlamıştır. Bunun yanında savaşlar çeşitli bilimsel ve teknolojik gelişmeler için de; kaynak oluşturmuştur. Bunlar arasında izotonik solüsyonun 1. Dünya Savaşı’nda, kan grupları ve antibiyotiğin 2. Dünya savaşı’nda, Ringer Laktat solüsyonunun Vietnam Savaşı’nda geliştirilmesini ve robotik cerrahi’nin ilk defa 1. Körfez Savaşı’nda kullanılması sayılabilir.    
Tıpta ve dolayısı ile cerrahide amaç insan sağlığına faydalı olabilecek uygulanabilir yöntemler bulmaktır. Her bilimde olduğu gibi tıpta da; amaca ulaşmak için olmazsa olmaz yol araştırma yapmaktır. Ancak araştırmalar bir hipotez üzerine kurulurken; hipotezde en önemli nokta sonuç alınabilecek bir problem ile uğraşmak olmalıdır. Hipotezi yanlışlamaya çalışılırken, hipotez doğrulanırsa bilimsel metodoloji ile problem çözülmüş olur. Bu noktada cerrahın rolü çok önemlidir. Çünkü cerrah (klinisyenler) hastayı klinikte karşılayan (gözleyen), tanıya giden ve ameliyatı uygulayan kişi olduğu için araştırmaya konu olacak problemi tespit etme veya mevcut cerrahi yöntemlerde gelişime ihtiyaç hissedilen noktaları yakalayabilme potansiyeline sahiptir.  Bu bilinç ve farkındalık ancak temel bilimci meslektaşlarımızla paylaşıldığı ve onlarla işbirliği içinde olunduğu zaman, araştırmalar için bir hareket noktası haline dönüşebilir. Aksi halde klinik ve cerrahi problemler çözümsüz kalacaktır.  Kanserlerin hormonal yolla tedavisi, organ transplantasyonu ve total parenteral nutrüsyon (TPN) cerrah bilimcilerin buluşlarıdır.
Cerrah bilimci tanım olarak temel bilimlere dayanan çalışma yöntemleri ile biyomedikal araştırma yapan kişi demektir. Cerrah bilimci temel bilimlerin metodolojisine meraklı bir tıp doktoru veya tıp doktoru ünvanına ilaveten temel bilimler konusunda doktora eğitimi almış olabilir. Cerrah bilimci bilimsel bir araştırmaya konu olabilecek gerçek bir problemi tespit eder, bununla ilgili metodları “temel bilim” ile tartışır, araştırmaya yön verir ve araştırmanın laboratuvar bölümünde de aktif olarak çalışır. Sonuçta cerrah bilimci hasta ile laboratuar arasındaki köprüdür ve temel bilimciler ya da diğer klinisyenler arasında işbirliği sağlayarak önemli bir problemi çözmeyi amaçlar. (2)
Cerrah bilimciler tarih boyunca cerrahi hastalıkların problemlerin çözümüne öncülük etmişlerdir. Ancak 20 yıllık dönemde cerrah bilimci sayısında azalma görülmektedir. Bununla ilgili verilere bakıldığında Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nde 1983 ile 1998 yılları arasında biyomedikal araştırma yapan hekim sayısı %22 azalmış, tıp doktoru ünvanlı kişilerin National Institute for Health (NIH)’den aldıkları maddi olanak %38’den %35’e düşmüş, 1980’lerde biyomedikal araştırma yapan tıp öğrencisi sayısı %15’den tek haneli rakamlara inmiştir. (3) Ayrıca yakın zamanda yapılan bir araştırmada NIH’in desteklediği araştırmacıların %40’ının 50 yaşın üzerinde olduğu tespit edilmiştir. Bu durumun temel nedenleri her klinik branşın kendi içerisinde spesifik alt dallara ayrılması ve derinleşmesi sonucu klinik bilimlerin daha kompleks bir yapıya dönüşmesi ve temel bilimsel araştırmalar için gerekli metodolojinin daha karmaşık ve öğrenilmesi zor hale gelmesidir. (4) Bahsedilen bu kompleks yapı araştırmacıların birbirinden uzaklaşması ve iletişim eksikliği sonucunu doğurmuştur. Böylece temel bilimler ile cerrahi bilimler arasındaki makas açılmıştır. Tüm bunların yanında cerrah bilimcilerin artan klinik iş yükü (artan bürokratik iş), cerrahi tekniği koruma ve geliştirme gereksinimi (yeni tekniklere adaptasyon ve sabit vaka volümünü sağlamak için fazlasıyla çalışma), araştırma fon imkânlarının kısıtlılığı ve “paralize olmuş akademik araştırmacı sendromu” da cerrah bilimci sayısının azalmasına yol açmaktadır.
Clifford ve ark.’ları tarafından yapılan bir çalışma cerrah bilimciliğin güncel durumunu ortaya koymaktadır. (5) Bu çalışmada cerrah bilimcilik konusunda 25 soruluk bir anket 850 cerraha postalanmış ve 377 (%44) cerrah ankete cevap vermiştir. Bu çalışmanın sonuçlarına göre ankete cevap verenlerin %72’si uzmanlık eğitimi süresince temel bilim araştırmaları yapmış ve yine toplam çalışma kohortunun %71’i bilimci bilinciyle branş tercihi yapmıştır. Ankete katılanların %85’i araştırma eğitimi, rotasyonu veya periyodunun cerrahi tıp eğitimi içerisinde yer alması gerektiğini bildirmişlerdir. Ayrıca uzmanlık eğitimi sırasında temel bilimsel metodoloji ile araştırma yapanların %99 (272 katılımcı)’u uzmanlık döneminden sonra araştırmalarına devam etmiştir (Bu son veri uzmanlık eğitimi sırasında araştırma metodolojinin öğrenilmesinin ne kadar önemli olduğu ortaya koymaktadır. Çünkü muhtemelen hayatın ilerleyen dönemlerinde artan iş yükü ve sosyal yükümlülükler kişinin bu metodoloji konusunda uzmanlaşmasını sınırlamaktadır). Diğer taraftan katılımcıların %71.8’i mesleki yaşamlarının bir döneminde araştırma yapmaya devam edememiştir. Araştırma yapmayı bırakma nedenleri arasında temel iki faktörün artan klinik iş yükü (%40) ve idari sorumluluklar (%38) olduğu anlaşılmıştır. Araştırma yapmayı bırakmanın diğer nedenleri önem sırasına göre yeterince finansal desteğin sağlanamaması, ilginin kaybolması ve mekan değişikliği olarak sayılabilir.
Yukarıda bahsedildiği şekilde, artan klinik iş yükünden sonra araştırma yapmanın önündeki engellerden bir diğeri de; cerrahi yeteneği koruma ve geliştirme gayretidir. Cerrahi yeteneği koruma ve yeni gelişen yöntemlere adaptasyon sabit vaka volümünün sağlanabilmesi ile ilişkilidir. Bu vaka volümünün sağlanması için gösterilen gayret de; genel olarak araştırma için gerekli olan zamanı daraltmaktadır. Diğer taraftan kişisel gelişim için kongre, kurs ve çalıştaylara katılma gereksinimi veya akademik veya cerrahi birikimin aktarılması için gerekli olan eğitim faaliyetlerine katılım da; araştırma için ayrılan zamandan ödün verilmesine neden olmaktadır.
Araştırma yapmanın önündeki diğer bir engel de; özellikle bizimki gibi gelişmekte olan ülkelerde önemli bir problem olan fon kısıtlılığıdır. Araştırma yapma ve bilimsel olarak ivmelenme kesinlikle “para” ile ilişkidir. Gelişmiş olan ülkeler bu alandaki liderliklerini devam ettirebilmek için araştırmaya önemli miktarda para aktarmaktadırlar. Örneğin ABD’de 1946 yılında araştırma faaliyetleri için 4.3 milyon $ ayrılırken, 1960, 1983 ve 2003 yıllarında sırasıyla bu rakam 200 milyon $, 4.3 milyar $ ve 20 milyar $ olarak gerçekleşmiştir. Bunun sonucu olarak ABD tıp konusundaki öncülüğünü devam ettirmektedir. Diğer taraftan Türkiye günümüzde dünya’nın 18. büyük ekonomisidir ve bilimsel yayın sayısı bakımından da; yine 18. sıradadır. Ülke ekonomisi üst sıralara tırmandıkça zaman içerisinde bilimsel yayın sayısı da artmış; 1990’da 1154 olan bilimsel yayın sayısı 2012’de 25.018’e yükselmiştir. Tüm bu gelişmelere karşın ülkemiz milyon kişi başına düşen bilimsel yayın sayısı (331 yayın) ve Ar-Ge harcamalarının gayrisafi yurt içi milli hasılaya oranı (%0.92) açısından istenilen noktada değildir. Ancak araştırma için ayrılan para arttıkça ülkemizin bilimsel arenada daha üst basamaklara tırmanmaması için hiçbir neden yoktur.
Son olarak üzerinde durulması gereken diğer bir konu da; Paralize Olmuş Akademik Araştırmacı Sendromu (Paralyzed Academic Investigator’s Disease [PAIDS])”’dur. Bu sendromun ne olduğu anlamak için Goldstein ve ark.’larının orijinal makalelerindeki araştırmacı örneğini gözden geçirmek uygun olacaktır. (6) Yayında bahsedilen araştırmacı parlak bir tıp öğrencisidir ve daha bir tıp öğrencisiyken immunoloji konusunda laboratuar çalışmaları yapmış ve bununla ilgili olarak makaleler kaleme almıştır. Uzmanlık eğitimi sonrası 3 sene süre ile gastroenterohepatoloji yan dalı yapmış ve bunun ilk yılını klinik aktiviteler ile geçirirken son iki yılında hepatosit rejenerasyonu üzerine biyomedikal araştırma yapmıştır. Dahası henüz 33 yaşında iken; yenidoğan sıçanlarda hepatosit growth factor ekstresini izole etmiş ve bunun parsiyel hepatektomize sıçanlardaki indükleyici etkisini ortaya koymuştur. Ancak bu başarıyı takip eden 10 yıl boyunca bahsedilen araştırmacı hep birbirini tekrar eden ve minör varyasyonlar gösteren çalışmalar kaleme almıştır. Kullandığı parsiyel hepatektomi modelinin ötesine ve çok daha kolay olan hücresel modele geçememiş, bu faktörün fizyolojik rolünü ve potansiyel terapötik etkilerini (karaciğer rejenerasyonu) ortaya koyamamıştır. Bu hali ile araştırmacı adeta paralize olmuştur. Sonuçta kompleks bir fenomeni basite indirgeyerek esansiyel bir sonuca dönüştürememe problemini yaşamaktadır. Oysa bilim tarihine baktığımızda yukarıda bahsedilen araştırmacı gibi pek çok tıp doktoru bilim dünyasına kalıcı ve anlamlı katkıda bulunmuşlardır. Bunlar arasında Archibald Garrod (bir gen, bir enzim teorisi), Karl Landsteiner (ABO kan gruplarının keşfi ve kimyasal immunite teorisi), Rudolph Schoenheimer (nükleer izotopları kullanma ve vücut bileşenlerinin denge durumu teorisi) sayılabilir. Yukarıda bahsedilen paralize olmuş araştırmacının bahsedilen bu üç tarihsel araştırmacı örneğinden tek bir eksiği vardır. O da temel bilimsel eğitiminin bulunmaması. Bu nedenle de araştırmalarını farklı metodolojiler üzerinden anlamlı bir sonuca dönüştürmemiştir. O halde bilimsel bir keşfin formülü şu şekilde verilebilir: klinik stimulus x temel tıp eğitimi = bilimsel keşif. Sonuçta PAIDS aslında temel bilimlerdeki eğitim eksiğidir.
Biyomedikal araştırmaların artırılması gerekliliği şüphe götürmez bir gerçektir. Ancak bunun için önce temel tıp eğitimi için mevcut olan yapılanma, organizasyon ve bakış eksikliğinin farkına varılmalıdır. Halen ülkemizde temel tıp eğitimi konusunda, ne mezuniyet öncesinde ne de; sonrasında tasarlanmış eğitim programları bulunmamaktadır. Temel tıp metodolojisinin ne zaman alınması gerektiği konusunda bir görüş birliği de yoktur. Ancak pek çok yazar temel tıp eğitiminin tıp fakültesinden itibaren başlaması gerektiğini düşünmektedirler. Çünkü bu alana donanımlı ve yaratıcı insanların erken yaşlarda akümülasyonu amatör bir ruhla biyomedikal araştırmaları canlı tutacağı gibi; geleceğin cerrahbilimcilerinin yetişmesine de katkıda bulunacaktır. Bu nedenle akademik cerrahların önemli bir görevi de; bu yaştaki genç insanları cerrahi konusunda etkilemek ve biyomedikal araştırma yapma konusunda teşvik etmek olmalıdır.   
Sonuç olarak 21. yy cerrahı cerrahi açıdan klasik cerrahi eğitimde tam donanımlı olmalı ve cerrahi tekniğini geliştirmek için her fırsatı değerlendirmelidir. Bunun için kurslara ve uzmanlık sonrası eğitim programlarına katılmalı ve ayrıca enformasyon teknolojilerine (görüntüleme teknolojisi, video konferans, video-konsultasyon vs.) hakim olmalıdır. Aynı zamanda 21. yy cerrahı bilimci olmalıdır. Çünkü günümüzdeki medikal problemlere konvansiyonel teknikler ile çözüm bulmak mümkün değildir. Sorunlara çözüm arayan cerrah hücresel ve moleküler seviyeye inmek zorundadır. Bunun yanında gen tedavisi gibi; cerrahi olmayan bazı teknikleri de bilmek zorundadır.
Referanslar
1-Tan SK. 15th chapter of surgeons lecture: Surgeon of the new millnium-surgeon, scientist, scholar. Ann Acad Med Singapore. 2004; 33: 720-724. 
2-Wells SA Jr  The surgeon scientist. Ann Surg 1996; 224:239-254
3-Ley TJ, Rosenberg LE. The physician-scientist career pipeline in 2005: build it, and they will come. JAMA 2005; 294: 1343-1351
4-Gittes GK:The surgeon-scientist in a biomedical research area. Surgery 2006; 140: 123-31
5-Ko CY, Whang EE, Longmire WP Jr, McFadden DW. Improving the surgeon’s participation in research: Is it a problem of training or priority. J Surg Res 2000; 1; 91: 5-8
6-Goldstein JL: On the origin and revention of PAIDS (Paralyzed Academic Investigator’s Disease) J Clin Invest. 1986; 78: 848-854
 
 
 
 
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder